9 Kasım 2010 Salı

"Mahremiyetin gittimi elden, sende gitmelisin tez elden!"

Mevlana'nın tasavvuf felsefesini anlatıp aşkın 40 kuralını özümseten "Aşk" kitabıyla, 2006 yılında yayınlanan "Baba ve Piç" kitabının yarattığı etkiyi tamamen farklı bir yöne çekti Elif Şafak, bu yıl. Her kesimden, her düşünceden, her insanın elinde, pembe kapaklısından siyahlısına "Aşk" kitabı dolandı durdu. Birden bire bambaşka gözlerle bakıldı ona, sanki Mahrem'i, Araf'ı, Bit Palas'ı, Pinhan'ı o yazmamıştı; sanki Baba ve Piç Türkiye'yi ayağa kaldırmamıştı. İşe o ayağa kalkma esnalarında okudum bende Baba ve Piç'i. Etkileyici, sürükleyici ve can alıcı bir bakış açısıyla yazılmış ve sonu hiç beklenmeyen bir mistisizmle süslenmiş bir kitaptı, Baba ve Piç. Ve ardından, Mahrem geldi ve sonra Pinhan, Araf, Bit Palas, Siyah Süt ve son olarakta Aşk.

Hangi düşünceye hizmet ettiği konusu çok tartışıldı, Elif Şafak'ın. Az çok bir kalıbada sokuldu nitekim. Ancak, her ne kadar, hayat felsefesi insanın aynası olsa da, Elif şafak'ı okurken bunu bir kenara bırakmak ve kitaplarının büyüleyici kurgusunda kaybolmak istiyorsunuz. Size şimdiyi anlatıyor ama doğa üstülüğü insanla, gerçeği rüya ile harmanlıyor ve her bir kitabında sizi nerede, ne zamanda hissettirmek istiyorsa, alıp oraya götürüyor, etkileyici, ancak bazen de çok yorucu olabilen betimlemeleriyle.

Sosyal analizlerin, toplumsal edilimlerin kaygı duyulacak yanlarını, toplu iğne ucuyla batırıyor ama acıtıyor da içten içe... Bu tarzını Araf'ta, Bit Palas'ta ve Mahrem'de net bir şekilde görebiliyoruz. Yoğun bir sosyal sorgulama ile birey olmayı, kadın olmayı, varolmayı anlatıyor, bu kitaplarında. Elif Şafak'ın diğer bir oyunu ise, zaman ikilemleri yaratarak kurgulamak romanlarını; tıpkı Mahrem ve Aşk'ta olduğu gibi: 13.yüzyıldan 21.yüzyıla, 19.yüzyıldan 20.yüzyıla yolculuğa çıkarıyor okurlarını.

Ancak, Elif Şafak'ın kitaplarının genel bir özelliği çok fazla toplumsal karamsarlık ve bireysel acı çekiş içermesi. Bunun bilimsel araştırmalarının mı, yoksa bireysel deneyimlemelerinin mi getirisi olduğunu tabi ki bilemeyiz ancak bütün kitaplarında yadsınamayacak bir yaşanmışlık sunduğu aşikardır.

Kendimce, bütün kitaplarının ve burada anlattıklarımın ortak noktası diyebileceğim Mahrem adlı kitabından biraz bahsetmek istiyorum Şafak'ın.

"...Gözbebeği: İnsanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir. Karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. Yani bu karanlık çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. Yakına bakarkende küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır. Uzağın payına karanlık düşer. Zaten karanlığı kimse yakınında görmek istemez...Aşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki aşık olunan hep uzaktadır. Aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için, maşuka "gözbebeğim!" diye hitap edilir..." diyor ve hikaye içindeki hikayelerini anlatmadan önce,bir nevi konuları özetleyen Nazar Sözlüğünün birer parçası olan kelime açıklamaları yapıyor Elif Şafak, Mahrem adlı kitabında.

Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi'yle ve hayatının odak noktası kiloları olan oldukça şişman bir kadınla tanıştırıyor önce bu kitap bizi ve onların geçmiş hikayelerinin daha da geçmişlerine inerek hikaye üstüne hikayeleri yerleştiriyor. Ve bütün bu olaylar kurgusu süresince, geleneksel kültürün ızdırabı ile yaşayan kadının, özgürlüğe geçişindeki bireysel depresivlikle yüzleştiriliyoruz ve kadınlığın, kadın olmanın, 1999 İstanbul'uyla ve 1880 Pera'sıyla tanışıyoruz.

Birçok hikayeden biri olan Keramet Mumi Keşke Memiş Efendinin hikayesinde, onun varla yok arasındaki gözlerinin simasına getirdiği garipliği dindirmek için, görselliğe tapınan insanlara, kendince oynağı oyunları anlatıyor ve tabiki birazda ve birazda ne yazık ki, görselliğin metası olan kadını kullanışını anlatıyor. Bu hikayenin geçmişine inerek, Sibiryanın soğuğunda bir şaman hikayesini karşımıza çıkarıyor. Ve bunun altından başka bir hikaye daha ve başka bir tane daha diyerek devam ediyor kitap. Aralarda da, aslında kitabın ana karakteri olan Şişman kadını anlatarak geçmişlerden günümüze kadının özgürleşmesiyle yaşanan değişimlerin görünen yüzüyle görünmeyen mahremiyetini anlatıyor olanca şiddetiyle.

Elif Şafak'ın uzun betimlemelerine, benim kurduğumdan çok çok daha edebi devrik cümlelerine, sonu gelmeyecekmiş gibi görünen hikaye içindeki hikayelerine ve yoğun karamsarlığına sabır gösterebilirseniz, bu kitabın aslında anlatılamaz sadece okunabilir olacak kadar çok konu barındırdığını ve sonradan düşünüp tartışacak cümlelerin altını çize çize kitabın karalanmamış sayfası kalmadığını ve aldığı ödülü fazlasıyla hakettiğini göreceksiniz...

1 Eylül 2010 Çarşamba

Doğanın Kitabı

Bugün, en kuzey doğusunda Türkiye'nin, güneşin alaycı, çapkın bakışlarıyla açtım gözlerimi. Bugün 2800 metre yükseklikte soluduğum oksijenin damarlarımdaki kanla yaptığı uslanmaz savaşla  merhaba dedim güne. Bugün, yeşilden biraz yoksun ama suyuna bolca doygun, beyaz, sarı kardelenlerin dimdik ayakta duruşuyla gururlandırdığı  o anı izledim. Bugün Kaçkar Dağlarında bir tazecik haykırış da ben oldum...  

Hepimiz biraz kaygılıydık aslında yola çıkarken. Monoton hayat düzenimizin, teknolojik arzlarımızın ve doğadan çok çok uzaklarda bir yaşamın zirvesinde olduğumuz bu günlerde bir başka zirve kaldırabilirmiydi bünyemiz bilemedik açıkçası. Kaygılıydık, çünkü öyle uzun yürüyüşlere, bol oksijene, çiçeğe, böceğe, bir de ayılara tabiki,  pekte alışkın değiliz hayatımızın geri kalan 363 gününde. Ama yinede, inceden hesabı bol hayatımızdaki kaygıları bir köşeye bıraktık ve başladık 2800 metrelik yolculuğumuzun ilk adımlarına.

İlk adımımızı Düldültrasa tırmanarak attık. Kendisiyle yaklaşık 3 saat süren bol adrenalinli bir yolculuk yaşadık. Öyle lunaparta, yarış pistlerinde vs yaşadığınız türden adrenaline de benzemiyor düldültras'ın bize yaşattığı. Örneğin ben; fazla adrenalin salgılaması sonucu ya da korku diyelim apaçık şuna, dudağımda ikinci bir alt dudak görüntüsü oluşturacak bir uçukla mücadele ediyorum şuan. Burada kabahat, bizim Turuncu Land Rover'in fazla yaşlı olmasının getirdiği çekiş güçlüğünde mi desek, sayamadığım kadar dağı çevreleyen yolların karşıdan gelecek olası bir arabaya yol vermek için, uçurumlara sırtını dayamış yollarda geri geri gidipte geniş bir yol arama olasılığını yada olasılıksızlığını düşünme gücümü desek ya da her iki tarafı uçurum, şöyle bol kavisli yollarda hop pidi hop pidi gitmek mi desek bilemiyorum.

Başköy'de başlayan bu 3 saatlik araba yolculuğu Küçük Yayla'ya varınca tamamlandı ve aslında Düldültras'ın ne kadar da konforlu olduğunu anlatacak, 3 saatlik bir tabana kuvvet yolculuğu başladı. Araba yolunun sonlandığı, tabana kuvvet yolculuğumuzun henüz başlamadığı noktada biri bana, "bak, yürüyerek şu dağın arkasındaki dağın arkasındaki dağın arkasına gideceksin" deseydi, galiba "sen şaka falanmısın" olurdu cevabım. Ama tabi ki öyle bir an yaşanmadı ve biz amacımız olan Üç Göllere ulaşmak için yolumuza usulca ama bol hararetli adımlarla devam ettik.

Yaylacılar, yazın getirdiği yorgunluğu ve doyumsuz emekleri sırtlarında, kaygısız ama vefalı dostları önlerinde köye dönüş yoluna geçmişlerdi artık. Sorduk "Neden dönüşe geçtiniz?" diye, dediler ki "2 kış atlattık bu yaz, bir yukarıda ki yaylada birde aşağıdakinde, yeter artık bu kadar. Hem bundan sonra soğuklar geliyor, dağ tavukları indi aşağıya". Dağ tavukları, havanın soğumaya başlayacağının işaretiymiş Kaçkarın Zirve savaşçıları için. Ne zaman ki, tavuklar daha sıcaklara inmeye başlarlarmış o zaman yayla sakinleri de yavaş yavaş inermiş köylerine. Anlayacağınız, Ağustos sonlarında coşkunun son demlerini yaşıyordu Kaçkarlar ve uzunca bir müddet derin bir beyaz sessizlik hükmünün sırasıydı artık.

Yol boyunca, güneşin engelsiz yakıcılığı, hissettirmeden ve çabucak kızartmıştı tenlerimizi. Yükseklere tırmandıkça nefes alıp vermelerimizde sıklaştı olanca doğallığıyla ve yolumuz üzerinde, Üç Göllere en yakın yayla olan Balıklı'da soluklandık gözlerimiz hayran hayran izlerken o heybeti. Öyle yeşilin bin bir türlüsü, ağacın devasası, hayvanların bolluğunu görmedi gözler burada. Bir hayli gerilerde bırakmıştık yaşamın ihtişamlı çeşitliliğini, artık sadece yeşilin yerini almış kayalıklar, üç beş taşın yerini almış yeşillikler vardı. Ama görkemli duruşundan bir nebze olsun ödün vermiyordu Kaçkarlar. Biraz al yanaklı bol meraklı muhabbetten ve üç beş "aman dikkatli olun yayla havası çarpar" nasihatından sonra tekrar koyulduk yola. Yolun son yarım saatinde rehperimizi dinlemeyip kafamıza göre takılmanın cezasını çekerek, 10 metrelik bir tırmanışı 100 metre hissettiren bir yokuşu aştık ve üç göllerin ilkiyle karşılaştık ve biraz ilerledik ikincisi ve biraz daha derken üçüncüsü de göz kırptı köşelerden gizli gizli. İşte o an, zaman koşmuş ben koşmuştum, zaman durmuş ben yine koşmuştum düşlerle gerçekliğin koylarında. Ve sonunda çocukluğumdan beri anlatıla gelen, içten içe arzulayıpta bir türlü fırsatını bulup gidemediğim Üç Göllere gelmiştim...

Varolmanın dayanılmaz hafifliğini anlatıyor ya Milan Kundera , aynı adlı kitabında; varolmanın dayanılmaz hafifliğini de burada görmeyi arzuladıklarınız hissettiriyor acımasızca yüzünüze çarparak bu güzelliği. İçten içe kızıyorum neden saklarsın ki bunca güzelliği diye; içten içe de seviniyorum, iyi ki saklamışsın da kalmışsın böyle yeni açan kardelen tazeliğinde, diye.

Böylece, iki günde okuyup da doyamadığım Doğanın Kitabını anlattım size. Ama iki gün çok yetersiz bir zaman bu kitabı okuyupta düşlemek için.  Bu nedenle, seneye Ağustos'ta, Siprona'dan Küçük yaylaya, Üç Göller'den Çabuklu'ya, Çabuklu'dan Çatak'a   tekrar tekrar okuyupta gezinmek istiyorum sayfalarında bu kitabın ve bu bağımlılık yapma riski yüksek olan kitabı okumanızı içtenlikten de öte duygularla tavsiye ediyorum.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Yine Yeniden Felsefe...

Uzun yıllar olmuş, Kant'tan, Aristoteles'ten, David Hume'dan, Marx'tan uzak kalalı. Ortaokul çağımda, Georges Politzer Felsefenin Temel İlkeleri'yle çıktı karşıma, her fırsatta eşyalarını ve özellikle kitaplarını kurcalamaktan hoşlandığım teyzemin odasında ve sonrada benim o zamanlarda hayallerimi zorlayan karşısına geçipte saatlerce ve anlamadığım birçok kitapta göz gezdirdiğim Ercüment abimin kitaplığında. Ama o zamanlar da sadece gözüme takılmakla kaldı, ötesi beni bir hayli zorladı ve ilerde birgün mutlaka açılmak üzere kitaplıktaki yerini tekrar aldı, Felsefenin Temel İlkeleri.

Bu ilk felsefe rüyasına dalma girişiminden sonra, birçok  felsefe severe göre klişe olan, "Sofinin Dünyası" ile karşılaştı yollarımız ve iyiki de karşılaşmışız diyorum, çünkü o yaşlarda tekrar bir G.Politzer veya benzeri bir deneyim yollarımızı bir daha hiç buluşmamacasına ayırırdı. Sofinin Dünyası ile eğlenceli bir felsefi akım yolculuğuna çıktık ve sonra ardı arkası kesilmedi bu son 10 yıla kadar. Tabi bu arada G.Politzer'in Felsefenin Temel İlkeleri kitabını da, üniversite yıllarımda bir ders kitabı tadında, elden geçirdim.

Bu felsefe merağına son 10 yılda bir den ne oldu? diyeceksiniz. Kendini başka yerde, daha yumuşak dokunuşlarla arar oldu uzun zamandır. Daha hayatın içine yedirilmiş, daha somutlaşmış yaşanmışlıklar istedi ve belkide; beni artık o kadar yorma, yıllarca seni okudum araştırdım, şimdide bana meyvelerini daha basit bir dille ver lütfen, der oldu. Ve romanlarda, tarihi araştırmalarda, mizahta, gerilimde, polisiyede; kimi zaman ufak ufak, kimi zaman yığınla, gösterdi kendini bana, bu son 10 yılda. Ancak, geçenlerde bir gün, felsefeprizm'i duydum ve tekrardan bir yoklayayım dedim bu semaları.

Harvad'lı iki felsefe profesörü "güldürürken düşündüren" bir stand Up yazmışlar, kendi deyimleriyle. Felsefenin ve felsefi akımların, eğlenceli bir dille, bolca fıkra ve espiriyle renklendirilerek anlatıldığı ve Felsefeprizm diye adlandırdıkları bir akım çıkarmışlar ortaya ve bunuda "Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer" adlı kitaplarıyla yazıya dökmüşler...

Kitap temel olarak, Metafizik, Mantık, epistemoloji, toplum ve siyaset felsefesi, varoluşçuluk vs gibi felsefi akımları ve özcülük, döngüsel kanıtlama, güç istenci, duyguculuk, feminizm, ekonomi felsefeleri gibi alt akımları kısa bir şekilde (belkide 3-4 cümle) özetleyip, aslında birçoğu da bilindik olan, fıkra ve espirilerle örneklemektedir. Thomas Catheart ve Daniel Klein  "felsefi kavramların espirilerle nasıl aydınlatılabileceğini ve mizahında aslında büyüleyici bir felsefi içerik barındırdığını  göreceksiniz" demektedir bu kitabı özetlerken.

Örneğin, Harvard'lı profesörlerimiz, Felsefi akımlardan bir olan Görelilik Felsefesinin bir alt akımı olan  Zamanın Göreliliği'ni anlatırken; "Sınırlı zaman ile sonsuzluk arasındaki görelelilik felsefi düşüncenin ana konularından biridir. Haliyle fıkralarında" der ve :

Adam Tanrı'ya seslenir. "Tanrım" der, "bir soru sorabilirmiyim?"
"Tamam" der Tanrı. "Sor bakalım."
"Tanrı'm senin için bir milyon yıl bir saniyedir diyorlar, doğru mu?"
"Evet, doğru."
"Peki, bir milyon dolar senin için nedir?"
"Benim için bir milyon dolar, bir penidir evladım."
"A, iyi," der adam. "Ozaman bana bir peni verebilir misin?"
"Tabii," der Tanrı, "Bekle bir saniye..."

şeklinde zamanın evrene göre göreliliğini espirili bir dille anlatır. Ancak, sizde benim gibi, bu fıkrayı, Mantık Felsefesinin Tümdengelimli Mantık akımıyla değerlendirmeye çalışırsanız, ki kimse değerlendiremeyeceğinizi söyleyemez, "Eğer Tanrı 1 milyon yılda (yani 31.536.000.000.000sn de) yapılacak bir işi 1sn de yapıyorsa, 1 sn.de yapılacak işide 1sn/1milyon yıl da yapıyordur yani adamın sadece 3,17x10^-14 sn (yani 0,0000000000000317 sn) beklemesi gerekmektedir. Ama belkide tek düze düşünüp 1milyon yıl = 1sn  ise adamın 1 milyon yıl beklemesi gerek. Ama bu zamanın göreceliliğene mi yoksa mantık dışı akla mı işaret ?????????" şeklinde bir düşünce bonbardımanına uğratabilirsiniz kendinizi. İşte felsefinin düşündürücü ve bir o kadar da eğlenceli yanıda budur.

Thomas Catheart ve Daniel Klein ile böyle bir felsefe yolculuğu, özellikle felsefenin ürkütücü kalıplarını aşmak ve felsefeyi tadımlık özetlerle anlamamız için, bir hayli faydalıdır derim. Ancak, bu kitap, bazı arkadaşlarımın yaptığı gibi , ki bu arkadaşlar benim bu kitabı 2 hafta geç okumama sebep olmuştur, öyle 2 saatte okunacak, höp diye yutulacak bir kitap değildir. Adı üzerinde, Felsefe...bir roman tadında okuyamazsınız bunu, az da olsa düşünüp üzerinde not almanız gerekir. Ama öyle korkmayın hemen günlerinizide almaz, delice... 

24 Ağustos 2010 Salı

Platon bir gün kolunda bir ornitorenkle bara girer

2 haftadır çalışma masamın üzerinde duruyor ve okunmayı bekliyor Thomas Cathert'in "Platon Bir Gün Kolunda Bir Ortinorenkle Bara Girer" adlı kitabı. Sevgili Savaş arkadaşım bu kitabı okumaya dair bütün hevesimi kırmış olsada, yinede vazgeçmedim ve şuan Felseprizm semalarına yol aldım...bekleyin geliyorum...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Konstantinopolis'ten İstanbul'a Roger Crowley ile bir bakış

Yansız tarih kitabı bulma ümidiyle dolandım kitapların arasında. Sonrada kendime şunu sordum "Objektif tarih kitabı olurmu?" Israrla taradım birçok kitabı, isimlerini not ettim, internet, gazete yorumlarına baktım ve "Roger Crowley 1453 Son Kuşatma" kitabını okumaya karar kıldım - tabiki Kentlerin Kraliçesinin etkisiyle alınmış bir kitaptı bu- Elimde bu kitabı gören birçok arkadaşım şaşırdı, birşey söylemeseler bile, gözleri eren sen ne zamandan beri milli duyguların getirisi olan kitapları okumaya başladın? diyordu. Ama hiçkimse İran tarihiyle haşır neşir olan Amin Maalouf okurken garipsemiyordu yada Mısırın gizemli geçmişini anlatan romansı tarih kitaplarıyla kafam bulanmışken ne bu milli olmayan tarih merağı demiyordu.

Yaşadığın çoğrafyanın geçmişini bilmek istemekte hiçbir yanlış yok.Milliyetçilikten gayet uzak ve gayet duygusal bir merakla okuyabilirsin tarihi. Bunu, hayal gücünü gerçeklikle bağdaştıran ve birazda tarihten dokundurmalar yapan enfes bir tat olarak düşünün. Veya daha somut bir örnek verecek olursam; Issız Adam filminde Melis Birkan, biraz benzer birazda farklı bir dille özetliyor aslında bu tutkuyu..Filmde ikinci el kitaplara ilgi duyan bir karakteri canlandırıyordu Melis Birkan ve bu ilgisinin nedeni sorulduğunda; kitabın sayfalarında geçmişten kalıntılar bulmak, belki bir söz belki kuru bir çiçek parçası veya arasında unutulan bir not bulmak ve bunun kime ait olduğunu, onun nasıl bir insan olduğunu, nereden geldiğini, neler yaşadığını hayal ederek kitabı okuma tutkusundan bahsediyordu. Benzer bir şekilde, tarihide yaşadığım mekanla düşlemek , milli duygulardan çok çok uzak, bir tutkudur benim için.

Haliç'e her gittiğimde bundan 3000 yıl önceki yaşamları hayal ettirsin bana ve motorla Üsküdar'dan Beşiktaş'a geçerken, Perslerin gemilerden köprüler yaparak 70.000 insanı boğazdan geçişini düşleyeyim ve daha nice geçmiş yaşamlarla daha da renklendirebileyim İstanbul'u diye, Roger Crowley'i aldım elime...

Roger Crowley uzun yıllar İstanbul'da yaşamış bir İngiliz araştırmacı-tarihçi. İlk başta tarih ve araştırma yazıları okumayı sevmeyenlere ürkütücü gelebilir bu tanımlama, ancak bu kitapta da güzel olan şey, tarihi belgelere dayandırılarak, romansı bir havada ve akıcı bir dille olayları irdelemesidir, yazarın. Crowley kitabında, imparatorlukların yüzyıllardır süregelen İstanbul'a sahip olma arzusunun sebeplerini, tarihi bulgularla açıklamaya çalışıyor ve son kuşatmayı, bir fetih ne kadar vahşetsiz, bir tarih ne kadar yansız olabilirse o kadarıyla kaleme alıyor.

22 Ağustos 2010 Pazar

Merhaba...

Öncelikle, Sevgi'ye özenerek açtığım blogumun ilk yazısında, birazda acemiliğimin vermiş olduğu heyecanla, "Gizemli Deyiş 1" yazısında yayınlanan şiirin, Hakan Senbir'e ait olduğunu söylemek isterim..ve tekrar

...Merhaba...
Bilemiyorum ne kadar doğru ne kadar yanlış, belki çok göreceli, belki de çok duygusal, ama yadsıyamayacağım bir gerçektir, benim günlerimde ki İstanbul'a "Kentlerin Kraliçesi - Hakan Senbir"in etkisi...

Bu yıl içerisinde okuduğum bir çok kitaptan biriydi "Kentlerin Kraliçesi", ama okuduğum birçoklarındanda bir okadar fazlaydı etkisi bana ve halen daha külleri soğumamış durmakta dolabımda ve onun, içimde yarattığı açlığı doyurmak için, bir İstanbul ekiketi arar oldum elime aldığım her bir yeni kitapta.

Neden bukadar etkileyiciydi ? Bir klasik olacak kadar edebi miydi bu kitap ? bilemem..ne bir edebiyatçıyım, ne bir kitap eleştirmeni,  ne de entellektüel birikimiyle buna gayret edecek bir okurum. Ama benimde kendimce bir açıklamam var kendime.

Hakan Senbir, yıllardır süregelen İstanbul - Konstantinopolis geçmişine bambaşka bir gözle bakmış bu kitapta. Bir halkın kaybettiği vatana, bir halka yurt olan toprağa, farklı zaman dilimlerinde ortak mekanlarda yaşanan, birazda mistik bir ilişkiler kurgusuyla yaklaşarak, İstanbul'a bambaşka bakmamızı sağlayacak bir kitap yazmış. Benliğimize işlenen soyut, somut kimlikler ne olursa olsun; nezaman, ne şekilde, ne konumda yaşarsak yaşayalım, yaşadığımız mekanın daimiliğinde, kimlik kavgalarının anlamsızlığını sorgulatıyor Hakan Senbir.

"Gizemli Deyiş 1"yazısında Hakan Senbir'in bu kitabından alıntı olarak verdiğim şiir bütün bunları daha güzel anlatıyor olsa gerek. "Nerede olduğun, Ne yaptığın, hatta kim olduğun bile beni zerre kadar ilgilendirmiyor, Sen benim şiirlerime girmek zorunda olan kadınsın, Sen bana şiirlerimde lazımsın" diyor ve aynı topraklar üzerinde başka dilde, dinde veya herhangi bir kimlikte varolma mücadelesi veren iki insanın herşeye rağmen yaşanan büyük tutkusunu anlatıyor.


Bu kitabı okurken kendimi bir mekan zaman ikileminde gezinir buldum ve İstanbul'da, onun tarihiyle  yoğrularak yaşamanın nasıl birşey olduğunu anladım. Ve kendimi kitap raflarında, daha fazla bundan daha fazla bundan derken buldum...İşte bu noktada bu kitap benim için, bende daha fazla merak uyandırdığı için ve aylar sonra halen daha hafızamda silinmeyen izler bıraktığı için bir klasik sınıflandırmasına girdi. Sizede başka bir İstanbul, başka bir aşk yaşatacak bu kitabı okumanızı içtenlikle tavsiye ediyorum...

Gizemli Deyiş 1

Umrumda bile değil senin ne düşündüğün
Bana kızıla çalan siyah saçların lazım
Sehpaya dimdik giden partizan kız gibi yürüyüşün
Başımın üstünde
At kılına bağlı demokles kılıcı gibi duruşun lazım

Sinirleniyormuşsun
Beni hiç ilgilendirmiyor
Benim sana sevgilim demem lazım
İhtilallere gebe zifiri sabahta sırra kadem basmışsın
Umrumda değil
Benim seninle
Yatağımız toplumun bütün mancıklarıyla eprimişken
Sevişmem lazım

Görüyorsun sevgilim
Nerede olduğun
Ne yaptığın
Hatta kim olduğun bile
Beni zerre kadar ilgilendirmiyor
Sen benim şiirlerime girmek zorunda olan kadınsın
Sen bana
Şiirlerimde lazımsın...

*Hakan SENBİR'in Kentlerin Kraliçesi kitabından alıntıdır